Bir ülkenin gündemi bazen tek bir cümlenin etrafında düğümlenir: Kadınlar sadece özgürce yaşamak istiyor. Son günlerde art arda paylaşılan taciz ifşaları—fotoğraf stüdyolarından prova odalarına, mesaj kutularından festival kulislerine kadar—bize aslında yeni bir şey söylemiyor; yalnızca uzun süredir fısıltıyla dolaşan bir hakikati görünür kılıyor. “Normal” dediğimiz hayat, kadınlar için çoğu zaman pazarlık, tetikte olma ve hasar kontrolüyle işliyor. Sokakta kulaklığı çıkarıp adımları hızlandırmak, gece mesaj atarak “eve vardım” demek, bir toplantıda koltuğa otururken bile arandaki mesafeyi kollamak… Özgürlük, büyük ve soyut bir sözcük değil; küçücük anlardan, basit güven ihtiyacından örülü.
İfşalar yalnızca tek tek failleri işaret etmiyor; bir işleyişi açığa çıkarıyor. Erkek bakışıyla kurulan üretim ortamları, kariyer vaadiyle örülen yakınlıklar, “sanat böyle” diye meşrulaştırılan sınır aşımı, “şaka” diye normalleştirilen sözlü taciz… Üstelik bu döngü sadece kapalı kapılar ardında işlemiyor; izleyici, takipçi, editör, marka, ajans, festival… Herkes kendi payına düşen sessizliği üretiyor. Sessizliğin maliyetini ise hep aynı kesim ödüyor: Daha kırılgan sözleşmelerle, kısa süreli işlerle, “sektörden dışlanma” tehdidiyle yaşayan genç kadınlar.
Rızanın dili net aslında. Rıza, belirsizliğin, muğlak imaların, güç asimetrisinin içinde kaybolan bir “olur” değil; açıklık, eşitlik ve süreklilik gerektirir. “Hayır” kadar “evet” de bağlama bağlıdır; kapı önünde bekleyen portföy, içeride bekleyen iş, takvimde bekleyen deadline varken verilen “evet”, çoğu zaman rızadan çok hayatta kalma refleksidir. Bu yüzden etik protokoller—yazılı ve şeffaf—hayati: kapalı çekimlerde üçüncü kişi zorunluluğu, açık iletişim, kayıt dışı “özel proje” pratiklerinin sınırlandırılması, sözleşmelerde güvenlik maddeleri, şikâyet mekanizmalarının dış göz tarafından yönetilmesi… Kurumsal yapı yoksa, gücün “doğal” akışı zayıfa doğru eğilir.
“İfşa” bir mahkeme kararı değildir; ama toplumsal alarmdır. Yargı süreçlerinin yavaşlığında, delil toplamanın zorluğunda, şikâyet edenin sosyal ve ekonomik bedel ödediği gerçeğinde, kamusal paylaşım çoğu zaman tek görünürlük aracına dönüşür. Bu yüzden isimlerden önce yönteme bakmak gerekir: Benzer anlatılar, tekrar eden örüntüler, birbirini bilmeyen kişilerden gelen örtüşen hikâyeler… Toplumun görevi, bu sesleri “linç” ya da “magazin” değil, bir güvenlik meselesi olarak duymaktır. Çünkü mesele yalnızca bir kişinin suçu değil; güvenli alanların yokluğu, etik denetimin eksikliği ve yaptırımın belirsizliğidir.
Bir başka yanlışlık da “sanatın özgürlüğü” ile “başkasının bedeni üzerinde özgürlük”ü birbirine karıştırmak. Sanat özgürdür; ama özgürlüğünü başkasının sınırlarını ihlal ederek değil, o sınırları tanıyarak kurar. “Sınır itmek” ile “sınır ihlal etmek” arasında derin bir fark vardır. Bu farkı bulanıklaştıran şey çoğu zaman prestijdir: tanınmış bir isim, çok takipçili bir hesap, kapısında kalabalıklar bekleyen bir mekân… Oysa etik, tam da prestijin büyüttüğü gölgeyi küçültmek için vardır.
İfşaların ardından verilen tepkiler, başka bir aynayı da tutuyor yüzümüze. “Abartılıyor” diyenler, “Zaten o da…” diye cümleye başlayanlar, “Sektör böyle, alışmak lazım” diyenler—hepsi, şiddetin alışkanlığa dönüşmesinde birer halka. Çünkü taciz sadece eylem değil, aynı zamanda bir iklimdir; şakası, iması, kulis dedikodusu, paranteze alınmış cümlesi vardır. İklimi değiştirmek, tek tek fiilleri cezalandırmaktan fazlasını gerektirir: Kurallar, eğitimler, sözleşmeler, şeffaf ve bağımsız başvuru hatları, yaptırımı olan etik kurullar, güvenli çalışma protokolleri. Ve en önemlisi, tanık olmanın sorumluluğu. “Ben görmedim” rahatlığı, çoğu zaman görmemeyi tercih etmenin adıdır.
Peki kadınlar ne istiyor? Herkes kadar, hatta herkes gibi: İş görüşmesinde iş konuşmak; fotoğraf çekiminde fotoğraf konuşmak; sokakta sokak konuşmak. Eve yürürken gölge değil, kaldırım görmek. Mesaj kutusunda iş birliği önerisi görmek, imâ değil. Başarılarının yeteneğine yazılmasını, yakınlığın liyakati silmemesini. Bir “kadın” olduğunda değil, bir “insan” olduğunda başlayıp biten bir saygı. “Özgürce yaşamak” budur: Kendi gövdesinin, sesinin, zamanının sahibi olmak—başkasının keyfine, kudretine, itibarına ipotekli yaşamamak.
Bu noktada devletin yükümlülüğü, hukukun dili ve pratik mekanizmalar belirleyici. Şiddetin her biçimini önlemeye dönük koruyucu-önleyici tedbirlerin hızlı işlemesi, başvuru yollarının erişilebilir olması, kolluğun ve yargının cinsiyet temelli şiddet eğitimlerinden geçmesi, delil toplamayı mağdurun sırtına yıkmayan uygulamalar… Ama hukukun işlevi yalnızca cezalandırmak değil; caydırmak ve güven vermektir. Kadınlar adliye koridorlarında yalnız bırakıldığında, ifşa sosyal medyada büyür; çünkü devletin görmediğini toplum göstermeye çalışır.
Medyanın rolü de çıplaktır: İsimleri manşete çekip tıklama kovalamak yerine, süreçleri, mekanizmaları, başvuru yollarını, iyi örnekleri görünür kılmak. Bir bülten bir yargı dağıtmaz; ama okuruna hangi cümleleri kurması gerektiğini fısıldar. “Rıza nedir?” sorusunu açıklayan bir paragraf, “güvenli çekim protokolü nasıl yazılır?” sorusuna verilen bir link, “başvuru hattı” bilgisini her haberin altına sabitlemek—bunlar küçük ama hayatî tercihlerdir. Çünkü medyanın sahnesinde kurulan dil, sahnenin arkasındaki hayatları etkiler.
Erkekler içinse mesele “suçlular biz değiliz” savunusunda düğümlenmemeli. İyi niyet beyanı değil, davranış değişikliği önemli: Flört alanıyla iş alanını ayırmayı öğrenmek; espri kültürünü yeniden kurmak; arkadaş ortamında duyulan rahatsız edici sözlere “geçmiyor” demek; sınırların işaretini geç fark ettiğinde geri adım atmayı bilmek; “kırılgan erkeklik” gururunu korumak yerine özür dileyebilmeyi öğrenmek. Dayanışma, kimi zaman sahnenin ortasında alkış almak değil; kuliste gereksiz ışığı kısmaktır.
Ve biz—seyirciler, takipçiler, okurlar—ekranlarımızın karşısında bu dalgayı izlerken, bir yorgunluk da yaşıyoruz: “Yine mi?” sorusu, yer yer umutsuzluğa dönüşüyor. Oysa her bir anlatı, bir sonraki anlatının masrafını azaltır. Her yazılan, bir sonrakine cesaret verir. Değişim, hızla değil ama birikerek olur: bir kurum yönerge yazar, bir ajans sözleşme günceller, bir festival bağımsız etik kurul kurar, bir okul zorunlu eğitim ekler, bir ekip kapılarını şeffaflaştırır. Küçük ama somut adımlar; çünkü büyük sözler küçük pratiklere tutunmadığında havada savrulur.
Özgürlük, “korkmadan yaşamak” kadar “kayıpsız hayır diyebilmek”tir. Bir teklif geldiğinde “hayır” demenin işten olmamak anlamına geldiği bir piyasa düzeni, yalnız kadınlar için değil herkes için daha adildir. Sınırlar netleştiğinde, yetenek ışığını daha çok görürüz; çünkü gölgeyi üreten şey çoğu zaman sınırsızlıktır. Bugünün ifşaları, yarının protokollerine dönüşebilsin diye, kurumların ve bireylerin üzerine düşen budur: sözü mekaniğe, hassasiyeti kurala, öfkeyi adalete çevirmek.
Kadınlar sadece özgürce yaşamak istiyor. Bu cümle, bir ricadan fazla; bir hak hatırlatması. Bunu mümkün kılmak, failleri tek tek teşhir etmekten çok daha uzun bir yol: etik olanı yazmak, öğretecek yerde öğrenmek, güçlüden değil doğrudan yana dil kurmak. Bir gün gerçekten sıradan bir haberin peşinden koşabildiğimizde, bileceğiz ki doğru yoldayız: Çünkü özgürlüğün kanıtı, haber olmamasıdır.