İstanbul’u tanımlamak için genellikle hareketli kelimeler seçeriz: koşturmak, yetişmek, beklemek, tıkanmak. Şehir, her anının aceleye geldiği bir yer gibi görünür. Sabah vapurunda elindeki çayı soğumadan içmeye çalışan insanlarla, metro istasyonunun merdivenlerinden iki basamak birden inen gençlerle, her an yoldaymış gibi duran taksicilerle doludur. Ama bu hızlı akan nehirde, fark edilmek için sabırlı olman gereken sessiz koylar vardır. Bazen tek yapman gereken, telefonunu cebine koyup başını kaldırmak olur.
Mesela Balat’ta sabahın erken saatinde yürüyorsun. Hava, o meşhur İstanbul sabah pusuyla kaplı; henüz güneş, Haliç’in üzerinden tam olarak doğmamış. Sokakların taşları gece boyu biriktirdiği nemi hâlâ tutuyor. Esnaf kepenklerini yavaşça kaldırıyor, metalin sürtünme sesi sabah sessizliğini yarıyor ama rahatsız etmiyor. Bir köşe başındaki fırından yayılan simit kokusu, çocukluğundan kalan bir anıyı dürtüyor. Fırıncı, mahalle çocuklarını gördüğünde gülümsüyor, onlara sıcak birer simit uzatıyor; para bile almıyor. O an, zaman bir süreliğine olduğu yerde kalıyor. Sen yürümüyorsun, şehir akmıyor; sadece o simidin sıcaklığı avuçlarının içinde duruyor.
İstanbul’da yavaşlamak, çoğu zaman kalabalığın arasına karışmamakla başlar. Eminönü’nde öğle saatinde, kalabalığın vapur iskelelerine doğru akışına kapılırsan, farkında olmadan seni tüketen bir telaşa dahil olursun. Ama aynı yerde, sabahın erken saatinde ya da akşam gün batımında, köprüden oltasını sallayan bir balıkçının yanına oturursan, kentin nabzı birden yavaşlar. Oltanın ucundaki kurşun suya değdiğinde çıkan tok ses, senin tek duyduğun şey olur. Arkanda martıların çığlıkları, önünde Boğaz’ın akışı… Zaman, bu ritimle ölçülür. Bir dakika ile bir saat arasındaki fark silinir.
Beyoğlu’nda, İstiklal’in kalabalığını arkanda bırakıp ara sokaklara girdiğinde, bir başka İstanbul çıkar karşına. Terk edilmiş hanların taş duvarlarından yayılan serinlik, eski plak dükkânlarından gelen cızırtılı caz melodisi, raflarda bekleyen tozlu kitaplar… Bir dükkâna girersin, içeride oturan yaşlı bir adam sana gülümseyerek başını sallar. Saatlerce konuşursunuz müzikten, eski İstanbul’dan, unutulmuş şarkıcılardan. Dışarı çıktığında hava kararmıştır, oysa sana göre sadece birkaç dakika geçmiştir. İşte zamanın ağır akması tam olarak böyle bir şeydir; onun geçtiğini hissetmemek.
Bazı yerler, yavaşlığı mimarisine işlemiştir. Kuzguncuk mesela. Sabahları bakkalın önünde duran birkaç tabure, mahallelinin gazetelerini açıp kahvesini içtiği birer küçük ada gibidir. Yoldan geçen herkes birbirini tanır, selam verir. Kimse bir yere yetişmeye çalışmaz gibi görünür. Bakkal, kahveyi doldurmak için acele etmez, çünkü orada zaman acele etmez. Yoldan geçen kedi, insanların arasında gezinir, biri elinden düşen simit parçasını ona uzatır. Sen bu anı izlerken fark edersin: büyük şehirde yavaşlık, çoğu zaman küçük jestlerin toplamıdır.
Kadıköy’de Moda sahilinde otururken de benzer bir his gelir. Gün batımı yaklaştığında gökyüzü pembeye, mora, turuncuya döner. Sahildeki banklarda oturanlar, martılara simit atan çocuklar, ellerinde kahvesiyle yürüyen çiftler… Hiçbiri acele etmez. Bu manzara, onlara her gün sunulan bir lütuf gibidir. Şehrin hızlı yüzünde koşturan binlerce insana rağmen, burada zaman başka bir tempoda ilerler. Belki de bu yüzden Moda’da yürüyenler, hep hafifçe gülümser; çünkü biliyorlar ki, İstanbul’da bile yavaş yaşamanın mümkün olduğunu.
Yavaşlık bazen de kalabalığın içinde saklıdır. Kapalıçarşı’ya öğle vaktinde girdiğinde, dükkân önlerindeki satıcıların sesleri, turistlerin telaşı, metal para çinkırtıları arasında kaybolursun. Ama orada da yavaş akan bir akarsu vardır: bir köşe kahvesinde oturan yaşlı esnaflar. Onlar dükkanlarını saatler önce açmış, şimdi ise karşılıklı tavla oynayarak öğleden sonrayı geçiriyorlar. Arada gelen müşterilerle ilgileniyorlar ama tavla taşlarının tahtaya vurduğu ses, günün asıl ritmini belirliyor. Onlar için zaman, müşteri sayısıyla değil, bir partinin ne kadar sürdüğüyle ölçülür.
Bazen yavaş anlar hiç beklemediğin yerde bulunur. Bir metro istasyonunda, trenin gelmesini beklerken yanındaki kişiyle başlayan kısa bir sohbet; kar yağdığı bir günde otobüs durağında, tanımadığın biriyle paylaştığın şemsiye; akşamüstü vapurunda yanındaki masada oturan yaşlı bir çiftin sessizce ellerini tutuşu… Bunlar, hiçbir planın parçası değildir ama şehrin hızını bir anda düşürür. Çünkü yavaşlık, çoğu zaman planlanamaz; o, kendiliğinden olur.
İstanbul’un yavaş anlarını bulmak, bir bakıma onları seçmekle ilgilidir. Koşuşturmayı bırakıp, durmayı seçmek. Telefon ekranını kapatıp, etrafındaki ayrıntılara bakmak. Bu şehir, her gün binlerce hikâye anlatır ama onları duyabilmek için, önce gürültüyü kısmak gerekir. İşte o zaman fark edersin: Şehir aslında her zaman bu kadar hızlı değilmiş; sadece sen öyle yaşıyormuşsun.
Şehrin içinde bazı yerler vardır ki, adımlarını yavaşlatmaya seni mecbur eder. Fatih’teki eski cami avluları mesela… Öğle vakti ezanı okunmuş, cemaat dağılmıştır. Avluda birkaç yaşlı adam, ellerinde tespihleriyle gölgede oturur. Ağaçların yaprakları arasından süzülen ışık, taş zemine düştüğünde, güneşin yer değiştirdiğini hissedersin. Orada saat kaç olduğunun hiçbir önemi yoktur. Bir bankta oturup sadece sessizliği dinlemek, gürültülü caddelere karışmadan önce kısa bir mola gibidir.
Yavaş anlar bazen geçmişten kalma ritüellerde saklıdır. Eyüp’te Pierre Loti Tepesi’ne çıkan patikada yürürken, etrafındaki mezar taşlarıyla dolu sessizlik, seni istemeden de olsa ağırlaştırır. İnsan adımlarını bile yavaş atar burada. Tepeye vardığında ise Haliç’in panoraması önünde uzanır; uzakta, hızla akan trafik bile bu manzarada sabit gibi görünür. Orada bir çay söyleyip oturduğunda, zaman kavramı bulanıklaşır. Gün batarken, şehrin altın rengi bir sisin içine girdiğini görürsün.
Kadıköy Çarşısı, hafta sonları insan kalabalığından adım atılamaz hale gelir ama sabahın erken saatlerinde, henüz balıkçılar tezgâhlarını düzenlerken, bambaşka bir dünyadır. Esnaf arasında şakalaşmalar, taze ekmek kokusu, kahve ocaklarının fokurtusu… Dükkanların önünde duran ahşap kasalar, üst üste dizilmiş narenciye sepetleri, sokaktan geçen kediler… Burada yavaşlık, günün erken saatlerine saklanmış gibidir. Ne zamanki kalabalık dolar, o tempo kaybolur.
Yavaşlığın en çok hissedildiği yerlerden biri de İstanbul’un sahil kasabalarıdır. Şehir merkezinden biraz uzaklaşıp Anadolu Kavağı’na vardığında, Boğaz’ın Karadeniz’le buluştuğu o noktada zaman gerçekten ağır akar. Balıkçı tekneleri kıyıda salınır, martılar balıkçıların attığı artıkların peşindedir. Kıyıdaki çay bahçelerinde oturanlar, çaylarını yudumlayarak denize bakar. Konuşmalar yavaş, gülüşler hafiftir. Orada, İstanbul’un koşturması yoktur; sadece denizin sesi vardır.
Bir de yağmurun getirdiği yavaşlık var. İstanbul yağmuru, bazen şehri felce uğratan bir kaos yaratır, ama bazen de insanları sakince durmaya zorlar. Galata Köprüsü’nün altında balık ekmek yiyenler, yağmurun ince perdesi ardında sessizleşir. Sokaklarda su birikir, tramvay raylarında yağmur damlaları dans eder. Yağmurun ritmi, trafik sesini bile bastırır. O an, şehrin hızına yağmur karar verir.
Karaköy’ün ara sokaklarında dolaşırken, eski hanların ve yeni kafelerin yan yana varlığını fark edersin. Kimi dükkân, 50 yıldır aynı işi yapıyordur; kimi ise daha dün açılmıştır. Ama o eski dükkânların içine girdiğinde, zaman geriye doğru akar. Duvarlarda sararmış fotoğraflar, vitrinlerde nostaljik ürünler… Dükkân sahibi, sana 80’lerdeki Karaköy’ü anlatmaya başlar. Sokakta gördüğün hız, o hikâyelerin içine girdiğinde yok olur.
Üsküdar’da bir cami avlusunda, ikindi vakti kuşların toplu halde uçuşunu izlemek… Sanki görünmeyen bir komutla havalanan o kuş sürüsü, gökyüzünde büyük bir daire çizip tekrar yere iner. O an, zamana dair hissettiğin her şey değişir. Çünkü doğa, kendi temposunu sana dikte eder; sen de farkında olmadan ona uyarsın.
Ve tabii ki vapur yolculukları… Eminönü’nden Kadıköy’e giden bir vapura binip açık güvertede oturduğunda, rüzgâr yüzüne çarpar, martılar peşinde uçar. Yan masanda kitap okuyan biri, diğerinde sessizce çayını yudumlayan bir çift… İstanbul’un hızına rağmen, deniz ortasında geçen 20 dakika, bazen bir gün kadar uzun gelir. Çünkü orada, iki yaka arasındaki bu küçük zaman dilimi, şehirdeki en sakin anlardan biridir.
Tüm bu sahnelerde ortak olan şey, yavaşlığın aslında bir seçim olmasıdır. İstanbul, sana her gün binlerce hızlı an sunar, ama yavaş olanları seçmek senin elindedir. Kalabalığın dışında durmak, telaşın içinde sessiz bir köşe bulmak, akışı değiştirebilir. Ve belki de en önemlisi, bu anlar sana şehrin gerçekten neye benzediğini hatırlatır.
Bir zamanlar İstanbul’un yavaşlığı, bugün olduğu gibi özel bir çaba gerektirmezdi. Sokaklarda otomobillerin sayısı azdı, insanların günlük rotaları dar bir çevrede dönerdi. Mahalle bakkalı, terzisi, fırını; hepsi birkaç dakikalık yürüyüş mesafesindeydi. Sabahları sokaklarda çocuk sesleri duyulurdu, öğle saatlerinde ise evlerden yemek kokuları taşardı. İnsanlar pencerelerinden birbirine seslenir, kapı önlerinde sohbet ederdi. Bu şehirde zaman, mahalle saatine göre ayarlanırdı; bugünkü gibi ekranların hızına değil.
Eski İstanbul’un yavaşlığı, sadece teknolojinin eksikliğinden değil, aynı zamanda ilişkilerin yapısından da geliyordu. İnsanlar birbirine görünürdü. Bir dükkâna girip alışveriş yapmak, sadece bir mal alıp çıkmak değil, aynı zamanda sohbet etmek, hal hatır sormak demekti. Bu sohbetler, günün ritmini belirlerdi. O ritim, bugünkü trafik ışıkları ya da metro saatleri kadar katı değildi; daha çok güneşin konumu, esnafın keyfi ya da hava durumuna bağlıydı.
Bugünse yavaşlık, çoğunlukla özel olarak aranıp bulunan bir lüks haline geldi. Eskiden Balat’ta sokakta oturup çay içmek günlük hayatın olağan bir parçasıyken, şimdi çoğu insan bunu “kaçamak” olarak tanımlar. Çünkü hız, artık varsayılan hızımız. Çalışma temposu, sosyal medya bildirimi, bitmeyen mesajlar… Şehrin bize dayattığı bu hızın içinde, geçmişin yavaş anları birer nostalji fragmanı gibi kaldı.
Geçmişte, vapur yolculukları bile daha uzun sürerdi. Motorlar daha yavaştı, insanlar güvertede oturup birbirleriyle tanışır, bazen saatler süren sohbetler ederdi. Şimdi vapur yolculuğu hâlâ sakinleşme fırsatı sunar ama herkesin elinde bir telefon vardır; sohbetler yerine ekranlar doldurur zamanı. Yavaşlık, yanındaki martının kanat sesini fark edecek kadar başını kaldırabilenlere kalmıştır.
Mahalle bakkallarının yerini süpermarket zincirleri aldığında, alışveriş de hızlandı. Artık ürün seçmek, fiyat sormak, esnafla pazarlık etmek yerine, barkod okuyucunun hızlı bip sesi eşlik ediyor sana. Bu hız, zamanı “tasarruf etmek” üzerine kurulu bir şehir hayatı yaratıyor. Ama bu tasarruf edilen zaman, çoğu zaman başka bir hızın içine harcanıyor; yeni işlere, yeni randevulara, yeni bildirimlere.
Eski İstanbul’un yavaşlığı, aynı zamanda kentin seslerinde de gizliydi. At arabalarının teker sesleri, mahalle bakkalının çıngırağı, simitçinin sabah bağırışı… Bunlar, gürültü değil, şehrin kendi ritmiydi. Bugünse trafik korna sesleri, inşaat makinelerinin uğultusu, metro anonsları… Şehrin ritmi hızlanmış, hatta sertleşmiş durumda.
Yine de bugünün İstanbul’unda, geçmişin yavaş anlarını yakalamak imkânsız değil. Mesela Cibali’den Balat’a doğru yürüyenler, hâlâ eski evlerin gölgelerinde ağır adımlarla giden yaşlı kadınları görebilir. Kuzguncuk’ta sabah erkenden açılan fırın, hâlâ mahalleye sıcak ekmek kokusu yayar. Eyüp’teki çınar ağaçlarının altında oturan adamlar, hâlâ günlerini tavla oynayarak geçirir. Bu anlar, geçmişten bugüne kalan küçük köprüler gibidir.
Fakat bir fark var: Eskiden bu anlar hayatın doğal akışıydı, şimdi ise şehir insanı bu anları bilinçli olarak arıyor. Geçmişte yavaşlık, normdu; bugünse yavaşlamak, bir tercih, bazen de bir direnç biçimi. Yavaşlamak, “daha az şey yapmak” değil, “daha çok şeyi fark etmek” anlamına gelmeye başladı.
Belki de bu yüzden İstanbul’da yavaş anlar, artık biraz gizli hazine gibi. Onları bulmak için rotanı değiştirmen, bildiğin sokaklardan sapman, hatta bazen hiçbir plan yapmadan yola çıkman gerekiyor. Çünkü bu şehir, hızını sevenlere hızlı anlar, yavaşlığı arayanlara ise eşsiz bir zaman duygusu sunuyor. Yavaşlık, artık bir yaşam becerisi.
İstanbul’da yavaş anlar, kendiliğinden bulunmaz; onları davet etmek gerekir. Şehrin hızı seni kolayca içine çeker, dikkatini dağıtır. O yüzden önce niyet etmek gerekir: Bugün acele etmeyeceğim. İşte bu niyet, yavaşlığın ilk adımıdır.
Bunun en kolay yollarından biri, erken kalkmaktır. İstanbul sabahları, günün geri kalanında asla tekrar etmeyen bir dinginlik taşır. Trafik henüz yoğunlaşmamış, sokaklar henüz dolmamıştır. Balat’ta, Kuzguncuk’ta ya da Kadıköy’de sabah 7’de yürümek, sana şehrin neredeyse özel bir versiyonunu sunar. Dükkan kepenklerinin yavaşça açılışı, fırınlardan taşan sıcak ekmek kokusu, kedilerin henüz uykulu halleri… Bu saatlerde gördüğün şehir, öğleden sonra göreceğin şehirden bambaşkadır.
Yavaş anları yakalamanın bir başka yolu da, rotanı değiştirmektir. Hep aynı yollardan yürümek, zihni otomatik pilota alır. Oysa bilmediğin bir sokağa sapmak, seni beklenmedik bir yavaşlığa çıkarabilir. Mesela Tophane’den Karaköy’e yürürken ana cadde yerine ara sokaklardan gitmeyi dene. Küçük atölyeler, eski kahvehaneler, unutulmuş pasajlar çıkar karşına. Burada kimse acele etmez; çünkü bu sokaklar zaten aceleyle geçilmek için değil, vakit geçirilmek için var.
Bir de bakışını değiştirmek var. Kalabalığın ortasında bile yavaşlamak mümkündür. Taksim Meydanı’nda insanların telaşla oraya buraya koşturduğunu görürken, sen durup sadece izleyebilirsin. Birinin elindeki çiçeğe, bir çocuğun balonunu rüzgâra kaptırışına, güvercinlerin toplu halde havalanmasına odaklanabilirsin. Bu anlar, hızın içinde yakalanan yavaşlıklardır. Onları bulmak, dikkatini değiştirmekten geçer.
Teknolojiyi kapatmak da güçlü bir yavaşlatıcıdır. Bir vapur yolculuğunda telefonunu çantana koy, kulaklık takma. Denizin sesini, martıların çığlıklarını, insanların konuşmalarını dinle. Bir an fark edeceksin ki, bu sesler şehrin sana sunduğu en eski melodilerden biri. Ekran yerine manzaraya bakmak, zamanı genişletir.
Yavaşlığın bir diğer anahtarı, tek bir şeye odaklanmaktır. İstanbul gibi çok katmanlı bir şehirde, her şey dikkat çekmek için yarışır: tabelalar, vitrinler, anonslar… Oysa sen bir kafeye oturup sadece bir fincan kahveye odaklanabilirsin. Kahvenin buharı, kupanın sıcaklığı, ilk yudumun tadı… Bu basit eylem, seni hızdan çıkarır.
Ayrıca doğayı takip etmek, şehirde bile yavaşlık getirir. Gün batımını izlemek için Moda sahiline gitmek, yağmur başladığında Eminönü’nde bir dükkân saçaklarının altına sığınmak, kar yağdığında Beykoz’un boş sokaklarında yürümek… Bunlar, doğanın kendi temposunu sana hissettirdiği anlardır. Sen ne kadar hızlı olursan ol, güneş kendi saatinde batar, yağmur kendi ritminde yağar.
Bir de alışkanlıkları küçültmek meselesi var. İstanbul’da insanlar genellikle büyük planlar yapar: “Bugün şuraya gideceğim, sonra buraya uğrayacağım, sonra şunu da yaparım.” Bu tür planlar, seni hızın içine çeker. Oysa gününü tek bir hedefe indirirsen, geri kalan zaman kendiliğinden genişler. Mesela sadece bir kitapçıya gitmek için yola çık, başka hiçbir şey yapma. O kitapçının rafları arasında dolaşırken, zamanın ağırlaştığını hissedeceksin.
Kimi zaman yavaşlık, hiç plan yapmamaktan da gelir. Sabah uyanıp kendini şehrin sokaklarına bırakmak, tesadüflerin rehberliğinde ilerlemek… Belki seni hiç tanımadığın bir kahvehaneye götürür, belki de eski bir antikacıya. Bu anlar, şehrin sana sunduğu sürprizlerdir. Hızlı yaşamda sürprizler azalır; yavaşlıkta ise çoğalır.
Ve unutmamak gerekir: Yavaşlamak, her zaman yalnız olmak demek değildir. Bazen yavaşlık, bir arkadaşla yapılan uzun bir yürüyüşte, bir çocuğun sorularını dinlemede, bir yaşlının anlattığı eski bir hikâyede bulunur. Bu anlar, hem zamanı hem ilişkileri derinleştirir.
Sonuçta, İstanbul’da yavaşlık bir lüks değil; onu arayan herkesin bulabileceği bir şey. Tek şartı, dikkatini hızdan çekip ana vermek. Çünkü şehir, hızını korurken bile yavaşlığa alan açar. Sen yeter ki o alanı görecek kadar yavaşla.
İstanbul’un ruhu, hız ve yavaşlık arasındaki bu gelgitlerde saklı. Şehir, tarih boyunca ticaretin, göçün, savaşların ve kültürlerin kavşağı oldu. Hep bir hareket vardı, ama bu hareketin içinde daima dinginlik adaları da bulunurdu. Bir yanda kervansaraylarda sabaha kadar süren pazarlıklar, diğer yanda Boğaz kıyısında sabahın ilk ışıklarını izleyen balıkçılar… İstanbul, her zaman hem aceleci hem sabırlı bir şehir oldu.
Bugün, bu iki ruhun dengesi biraz değişmiş durumda. Hız, artık daha görünür, daha baskın. İş hayatı, ulaşım, dijital dünya… Her şey daha hızlı ve yoğun. Ama bu, yavaşlığın kaybolduğu anlamına gelmiyor; sadece daha derinlere saklandığı anlamına geliyor. Onu bulmak, biraz şehri tanımak, biraz da kendini tanımakla ilgili. Çünkü yavaşlık, sadece dışarıda aranan bir şey değil; içeriden de inşa edilen bir durum.
Kendi hafızamda İstanbul, hep iki hızla var oldu. Bir yanda Eminönü’nün kalabalığı, Karaköy’ün sürekli değişen yüzü, Mecidiyeköy’ün bitmeyen trafiği… Diğer yanda ise Eyüp’teki çınar gölgesinde oturup sessizce dua eden yaşlı kadınlar, Moda’da denize karşı kahvesini yudumlayan insanlar, Üsküdar’da iskeleye yanaşan vapurdan yavaşça inen yolcular. Bu şehir, her zaman bana iki farklı zaman duygusu sundu: biri telaşlı, diğeri sakin.
İstanbul’un yavaşlığı, aynı zamanda kişisel hafızanın da bir parçası. Çocukken, babamla vapurda güverteye oturup martılara simit attığımız anları hatırlıyorum. O zamanlar vapur yolculuğu, sadece bir ulaşım aracı değil, başlı başına bir etkinlikti. O anın yavaşlığı, hâlâ belleğimde taze. Bugün aynı güvertede oturuyorum, martılar hâlâ var, deniz hâlâ aynı; ama etrafımdaki çoğu insan telefon ekranına gömülmüş. Yavaşlık hâlâ orada, ama onu fark etmek için bakışını değiştirmek gerekiyor.
Bazen düşünüyorum, İstanbul’un yavaş anları olmasa bu şehir nasıl bir yer olurdu? Sadece acele eden insanların, durmadan çalışan motorların, sürekli çalan telefonların olduğu bir şehir… Bence bu, yaşanmaz bir yer olurdu. Yavaşlık, bu şehrin nefes alma biçimi. Tıpkı bir insanın nefesini derinleştirdiğinde hissettiği o rahatlama gibi, İstanbul da yavaş anlarında kendi ruhunu koruyor.
Belki de bu yüzden, şehrin en değerli yerleri, zamanı ağırlaştıran yerlerdir: sahil kıyıları, eski çarşılar, mahalle kahvehaneleri, cami avluları, park köşeleri… Bunlar, sadece mekân değil; hızın karşısına dikilen sessizlik bölgeleri. Buralarda oturduğunda, fark edersin ki şehir, sana acele etmeni söylemiyor. Sen kendine söylüyorsun.
Yavaşlık, aynı zamanda bir bağ kurma biçimi. Hızlı yaşadığında, şehre sadece yüzeyden dokunuyorsun; yavaşladığında ise onun katmanlarına iniyorsun. Bir sokaktaki çatlak taş, bir vitrin önünde asılı eski bir fotoğraf, bir ağacın gövdesine kazınmış isimler… Bunlar, şehri tanımak kadar, onu hissetmenin de yolları. Yavaşlık, bu ayrıntıların içine sızmanı sağlıyor.
İstanbul’un yavaş anlarını korumak, bence bir tür kültürel sorumluluk. Çünkü hız, anıları silmeye eğilimli. Yıkılan binalar, değişen esnaflar, kapanan kitapçılar… Hepsi hızın yan etkileri. Oysa yavaş anlar, hafızayı taze tutar. Mesela Balat’ta aynı taş merdivenden her sabah geçen yaşlı bir kadını görmek, sana şehirdeki sürekliliği hatırlatır. Moda sahilinde her akşam aynı bankta oturan adamı fark etmek, bir istikrar duygusu verir. Bu insanlar ve mekânlar, şehrin hafıza noktalarıdır.
Ve belki de en önemlisi, İstanbul’un yavaş anları bize kendimizi hatırlatır. Koşuşturma içinde kim olduğumuzu, neden bu şehirde yaşadığımızı, neyi sevdiğimizi unuturuz. Ama bir akşamüstü Boğaz’a karşı oturduğunda, vapur düdüğünün derin sesiyle irkildiğinde ya da yağmurda bir pasajın altına sığındığında, birden fark edersin: Bu şehir, tüm karmaşasına rağmen seni besleyen bir yer. Hız, sana bu gerçeği unutturur; yavaşlık, onu geri getirir.
İstanbul, bir hız şehri olabilir, ama yavaşlık onun asıl mirasıdır. Biz bu mirası yaşatarak, hem şehri hem kendimizi koruruz. Çünkü yavaş anlar, sadece zamana değil, hafızaya da iyi gelir. Ve belki de en güzeli, bu anların planlanamaz oluşu… Birdenbire gelirler, seni yakalarlar, sonra sessizce giderler. Arkalarında, hatırlamaya değer bir his bırakırlar.
O yüzden, İstanbul’da yavaşlık aramak, aslında hayatın kendisinde yavaşlık aramaktır. Şehrin temposunu değiştiremesek de, kendi tempomuzu değiştirebiliriz. Ve belki de bu küçük değişiklik, hem bize hem şehre iyi gelir. Çünkü yavaş anlar, her zaman hatırlanır.